Bu sefer farklı bir giriş yapıp, biraz hayatın garip oyunlarından bahsederek başlayacağım yazıma. Sonrasında detaylara geleceğim merak etmeyin. Yine tüm heyecanıma ortak olacaksınız. Neymiş bu garip oyunlar derseniz; Lviv seyahatim için yaptığım tüm detaylı çalışmaların çoğunun heba olduğu, olumlamalarımın yetersiz kaldığı, hastalık ve aksiliklerden bahsedeceğim, hazırsanız.
Ben seyahatlerime en 2-3 ay öncesinden başlayarak hazırlık yapıyorum. Her detayı araştırıp seçimlerimi sonlandırdığımda, gün gün ve saat saat planımı yapıyorum. Normal hayatımda bu kadar planlı değilimdir. Özellikle de son birkaç yıldır çoğu şeyi spontane yaşamayı seçmişimdir; ama seyahatler asla spontane olamaz benim için. Kısıtlı vakit ayırıp, kilometrelerce uzağa gidiyorsam, üstelik de o kadar para biriktirip, birçok şeyden feragat ediyorsam an ve an uyulacak o programa. (Ne kadar da emin konuşuyorsun diyor hayat bana burada) 🙂 Genelde ufak tefek sapmalar tabi ki oluyor; ama bu sefer ki seyahat bu kadar mı olur arkadaş dedirtecek cinsten…
Her şeyin mükemmel olacağı ile ilgili olumlamalarımla başlayan Lviv seyahati, beni şaşırtmayıp ilk anında tüm sevecenlik sinyalini verse de sonradan gösterecekti gerçek yüzünü. Kışın, özellikle de karlı ve soğuk bir yere seyahat ediyorsanız, uçuşlar genelde rötar garantili oluyor. Bizim kaptan, bırakın rötarı erken bile inmişti sağ olsun 🙂 Sırada pasaport kontrolünden sorunsuzca geçmek vardı. Okuduğum bloglar ve Lviv’e giden arkadaşlarımdan duyduklarıma göre Ukrayna bu konuda biraz problem yaratabiliyordu. Özellikle Ukrayna’ya ilk defa gidiyorsanız sorgu odasına alınıp 1,5-2 saat bekleme durumunuz olabilir deniyordu. Tüm bu söylemlere rağmen yine çok şanslıydık ve sorguya alınmadan yaklaşık 10 dakika içinde oradan ayrıldık. Biraz şans, biraz da vizelerinizin doluluğu bu kontrolü etkiliyor bence. Ben her şeyin mükemmel geçeceğine olan inancımla mutluluktan zıplarken, o kadar sevinme Elif dercesine ilk kötü haberi aldık. Budapeşte’den bize katılacak olan arkadaşlarımız altı saatlik araba yolculuğundan sonra Ukrayna sınır kapısından alınmadıkları haberini verdi bize. Hani bir kova su başından aşağı dökülür ya, o an havaalanının ortasında sırılsıklamdım ben. Anneannesinin üzerine kayıtlı araçla gelen arkadaşlarımızın yanlarında, aracı kullanabileceklerine dair izin yazısı olmasına rağmen ülkeye giriş izni vermeyen gümrük görevlileri noterden belge getirmeleri koşuluyla ülkeye girişlerine izin vereceklerini söylediler. Bu arada saat öğleden sonra dört olmuştu. Hava iyice kararmaya başlamış, gün bitmiş hissi dolaşıyordu ortalıkta. Arkadaşlar Budapeşte’ye geri döneceklerini, ertesi sabah noterden belgeyi alıp öyle geleceklerini belirttikten sonra ilk akşamı karı koca keşfe çıkarak geçirdik. Havaalanından konaklayacağımız yere uber ile gittik. Yaklaşık 30 TL gibi bir para ödedik. Ukrayna’nın para birimi olan grivna (UAH) bizim değer kaybeden paramıza oranla bile daha değersiz olduğundan, krallar gibi bir tatil sizi bekliyor söyleyeyim. Hele havaalanının önünden kalkan otobüslere binelim derseniz en fazla ödeyeceğiniz para 1 Türk Lirası falan olacaktır. Yanlış okumuyorsunuz, aynen böyle. Tasarruf edeceğiniz ya da bir şeylerden kısayım diyebileceğiniz bir şehir değil Lviv. Yeme-içme gerçekten çok ucuz. O yüzden uber’i tercih edin derim. Gelelim konaklamaya; tercihimiz her zaman ki gibi Airbnb oldu. Şehrin kalbi olan Rynok Square’e en fazla 10 dakika yürüme mesafesinde sessiz bir sokak başında çok tatlı bir ev kiraladık. Evde en çok hoşuma giden şey, banyodaki yerden ısıtma sistemi oldu. Ev sahibi son derece ilgiliydi ve hiçbir sorun yaşamadık. Fiyatına gelince; 3 gece için 4 kişi toplam 1.300 Türk Lirası ödedik. Evi merak ederseniz linke tıklayıp inceleyebilirsiniz.https://abnb.me/X6xzdehrWU
Eve yerleştikten sonra, hemen keşfe çıktık. Hava iyice kararmaya ve karnımız da acıkmaya başladığı için güzel ve leziz bir alternatif olarak Champagneria X&X’ e gittik. Ortaya mozarella ve domatesli bir gürcü pidesi olan Khachapuri ve domuz eti yemediğimizden, Italyan sosisli bir hot dog ve mekanın isminden de anlayacağınız üzere birer kadeh şampanya söyledik. Hepsi de çok lezzetli ve yeterince doyurucuydu. Mekan çok ufak, ve bence böyle olduğu için de inanılmaz sıcak bir ortama sahip. Fiyatlara gelecek olursak, toplam 370 grivna yani 75 TL ödedik. İşin içinde alkol olup da fiyatların bu düzeyde olduğunu görmek bizler için şaşırtıcı oluyor tabi. Yemeyi yedikten sonra biraz şehir merkezini turlamaya başladık. Kutu kadar bir şehir Lviv. Her yer birbirine çok yakın. Daha ilk akşamdan nerdeyse şehrin tamamını bitirdik. İnce ince bir yağmur atmaya başlayınca, dolaşmak yerine bir yere oturalım diye düşündük ve gizli bir jazz barı olan Libraria Speakeasy’nin önünden geçtik. Kendileriyle Instagram üzerinden yazışmıştık, rezervasyon yaptırılarak gidilirse daha uygun olacağını belirtmişlerdi ama biz yaptırmadan şansımızı denedik ve Bingo 🙂 İçerideyiz. Bu arada aklınızda bulunsun; canlı müzik dinlemek isterseniz 20.00-22.00 saatleri arasında çıkıyor gruplar. Biz çok ama çok tatlı bir gruba denk geldik. Yaşlarını almış, ama altın çağında dört amcadan oluşan bu grup çok keyifli müzik yapıyordu. Mekan çok büyük değil ama tam bir jazz klübü. Adından da anlaşılacağı üzere içerisi kütüphaneyi anımsatıyor. Dekorasyonunun yanı sıra içkilerine ve tabii ki fiyatlara bayıldık. Viski 20, benim içtiğim kokteyl ise 24 TL idi. Müzik için ödediğiniz tutar ise; sadece 9 TL. Gel de sevme burayı 🙂 Her akşam uğranılası bir mekan, benden söylemesi…
İlk günün yorgunluğunun ardından ertesi sabah arkadaşların noter sonucunu beklerken, meşhur Cukor’da kahvaltı yapalım dedik. Bu arada bilmeniz açısından söylüyorum. İki tane Cukor var. Biri black, diğeri red. Meşhur pancake ve instabreakfast red olanda; ama ben hizmet ve dekorasyon olarak black’i daha çok beğendim. Diğeri gerçekten çok yavaş. Ayrıca black’de yediğimiz şeyler de gayet lezzetliydi. Kahvaltılıklar ve iki çay için 370 grivna yani 74 TL ödedik. Aşırı ucuz sayılmasa da uygun fiyatlı diyebiliriz. Kahvaltı’dan sonra gündüz gözüyle keşfe çıkalım dedik ve ilk olarak House of Scientist binasını görmeye gittik. Burayı bir çok kişi gözden kaçırıyor ama bilmiyorlar ki en fotojenik yerlerden birisi burası. O yüzden rotanıza kesinlikle burayı ekleyin. Girişi 30 grivna yani 6 TL. Adı, bilim adamları müzesi, ama aslında hikayesi bundan çok farklı. Dünyaca ünlü Avusturya şirketi Fellner ve Helmer tarafından 1898’de inşa edilen bu binanın o zamanlardaki hizmet anlayışı tamamen kumarhaneden ibaret. 1948 yılında Bilim adamları müzesine dönüştürülen bu binanın en dikkat çekici noktası, neo-barok mimariye sahip olan tasarımı ve insanı büyüleyen merdivenleri. Yukarı katlarda bulunan salonlardan şömine ve piyanolu salon favorim oldu. Yaşanmışlığı, eskiyi birebir iliklerinizde hissettiren bu yapıyı sakın ola es geçmeyin.
Buradan çıktıktan sonra, beni hayal kırıklığına uğratan Ivan Franko parkına doğru yürüdük. Hayal kırıklığı derken çirkin falan olduğundan değil, hayallerimin çok dışında bir hava durumuyla beni karşıladığı için böyle diyorum. Ben o parkı, bembeyaz bir kar örtüsüyle görmeyi hayal etmiştim. Kahvemi elime alıp, parkta yürüyecektim. Ama gördüğüm tek manzara kupkuru dallar ve saçma sapan yağan bir yağmur şekliydi. Hal böyle olunca parkta oyalanmadan Potocki Sarayı’na geçtik. Biz içerisini ziyaret etmedik. Bahçesi ve binanın dışarısı yeterli oldu. Uzun uzun binayı inceledim. Arka bahçesindeki heykellerle fotoğraf çekildim ve oradan ayrılarak, bu tatil boyunca en sevdiğim, bonus niteliğindeki Mikolasch Cafe’ye yöneldik. Ağrıyan boğazıma rağmen, en keyif aldığım, en özel anlardan biriydi bu kafede oturup dışarıyı izlemek. Muhteşem Napolyon tatlısı ve lezzetli kahvesiyle burası kesinlikle uğranması gereken bir yer. Budapeşte’ye gidenleriniz varsa ve Gerbeaud pastanesine gittiyseniz ne demek istediğimi anlayacaksınızdır. İşte burası da onun tadında, çok ama çok güzel bir yer. Fiyatları çok ucuz değil, baştan belirteyim, ama kesinlikle sonuna kadar hak ediyor. İki tatlı ve iki kahve için ödediğimiz tutar 293 grivna yani 58 TL. Buradan da ayrıldıktan sonra ve arkadaşlarla buluşmadan önce son durağımız Lychakiv Cemetery oldu. Mezarlık mı demeyin; çünkü mezar taşlarının üzerindeki heykelleri görünce kendinizi müzeye gelmiş sanacaksınız. Giriş için 25-30 grivna gibi bir para ödedik. Fotoğraf çekmek isterseniz de 10 grivna daha alıyorlar; ama denetimi yok. Benim elimde kamerayı görmesine rağmen neredeyse istemeyecekti görevli o parayı 🙂 Yaklaşık 1 saat gezindikten sonra, bütün tatil boyunca peşimizi bırakmayan yağmura burada da yakalanınca hızlıca dolaşıp hem dinlenmek hem de arkadaşları beklemek için evin yolunu tuttuk.
Akşama sanat dolu bir etkinlik bizi bekliyordu. Dünya’nın en güzel opera salonlarından birinde Fındıkkıran balesini izleyecektik ne de olsa. Lviv seyahatimi planlarken, görmeyi en çok istediğim şeylerden biri de buydu. Her zaman ki gibi aksaklıklar olsa da izlemeyi başarabildik; ama bunun başlangıcını anlatmazsam olmaz.Saat 18:00 de başlayacak olan bale için eve geçip hazırlanmaya başladık. Arkadaşlarımız da Lviv sınırları içine girmiş; ancak trafikle boğuşuyorlardı. Kaldığımız ev ile opera binası yaklaşık 15 dakika yürüme mesafesinde olduğundan en geç 17:45 ‘e kadar vaktimiz var diye düşünerek arkadaşları beklemeye başladık. Saat 17:30 olduğu gerçeğini ve arkadaşların hala varamadığını düşündükçe, benim moral yavaş yavaş düşmeye başladı; çünkü yol yorgunu olarak gelecekler, ee biraz dinlenme, üst baş değişimi derken zaten vakit kalmayacaktı. O yüzden üzülerek bale işi yattı, biz başka program yapalım demeye başladık. Sonunda arkadaşlar 17:55’de eve vardılar. Onlara da bu işin yattığını söyleyerek başka program yapmayı önerdik; ama onlar oraya gidip şansımızı denememiz gerektiğini söylediler ve o kararla 18:30 da opera binasının önündeydik. Hemen içeriye girip durumu anlattık. İçeriye alabileceklerini, biletlerimizi göstermemiz gerektiğini söylediler. Biz biletleri https://opera.lviv.ua/en/ sitesinden arkadaşımızın hesabıyla almıştık ve biletler onun cep telefonundaydı. Bilin bakalım ne oldu? Soğuktan telefonu kapandı 🙂 Her zaman tedbirli olan biz, aklımıza gelmesine rağmen o biletleri bir türlü kendimize mail attıramamıştık ve o an onun ceremesini çekiyorduk. 15 dakika daha kaybettikten sonra başka bir telefondan biletlere ulaşıp içeri girmeyi başardık. O da ne? Birileri bizim yerimize oturmuş bile.. Karanlıkta onları kaldırıp yerimize oturana kadar saati 19:00 yaptık ve bir saat de olsa baleyi izlemeyi başardık. Gerçekten deneyimlenmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum; ama siz siz olun her şeyi tam yaptığınızdan emin olun 🙂 İyi ki arkadaşlarımızı dinleyerek gitmişiz dedikten sonra yemek faslına geliyorum. Bale çıkışında,uzun araştırmalar sonucu karar kıldığımız Mons Pius’ta et yemeye karar verdik. Restoranın girişinden tutun, içerideki dekorasyonuna kadar her şey çok güzel tasarlanmış bence. Etleri de gayet leziz; ancak fiyatlar aşırı ucuz değil, bunu belirtmekte fayda var. Türkiye’de de aynı paraya et yiyebilirsiniz. Çorba, et, başlangıç tabağı ve biralarla birlikte toplam 1.726 grivna hesap ödedik. Bu da yaklaşık 345 Türk Lirasına tekabül ediyor. Yemek faslını uzatmadan, soğuk havanın vermiş olduğu gazla, bir şeyler içmeye karar verdik. Aslında gidilecek yer belliydi: Pravda Beer Theatre; ancak kimse bira içmek istemiyordu, bu yüzden biz de rotamızı The Cult’tan yana kullandık. Lviv’deki gece klupleri gerçekten ilginç. Neredeyse hepsinde nargile içiliyor. Mekanın içerisi çok güzel ama bir bakmışsınız, masalarda koca koca nargileler. Üstelik yemek yerken içiyorlar, bunu da baya garipsedim. Mekana dönecek olursak kokteylleri gayet başarılı ve fiyatlar ucuzdu. Burası aynı zamanda karaoke barı. Ama kendi dillerinde şarkılar söyledikleri için ne kadar keyif alırsınız bilemem. Biz fazla eğlenemediğimizden birer kadeh içtikten sonra ikinci durağımız olan 4 Friends’e gittik. Burası, 120 farklı çeşit viskinin bulunduğu, tadım menüsü de alabileceğiniz ve barmeninin viski konusunda sinir bozabilecek kadar iyi olduğu, keyifli bir mekan. Özellikle viski severlere duyurulur. Küçük ama samimi bu mekandan ayrılarak geceyi sonlandırdık. Ertesi sabah kahvaltı için bu sefer Red Cukor’un yerini tuttuk. Özellikle instabreakfast denemek istedik; yaklaşık 1 saat bekledikten sonra kahvaltımız geldi. Tadı gerçekten iyiydi, ama bir daha gider misin derseniz, yukarıda da bahsettiğim gibi ben black Cukor’u tavsiye ederim. Mekan olarak burası daha keyifli ama servis olarak gerçekten çok yavaşlar. Kahvaltının üstüne meşhur blueberry pancakelerin yiyelim istedik ama günü orada öldürmeye hiç niyetimiz yoktu. Oradan kalkıp, tatlı mı tatlı Çikolata Fabrikasına gittik. Her katı ayrı lezzetli ve çikolata kokulu bu yer de favorilerim arasına girdi. O nasıl lezzetli bir sıcak çikolatadır yahu 🙂 Hasta olmasam oranın altını üstüne getirirdim ancak ateşlenmeye başlayınca maalesef tadını çıkaramadım. Oradan kalkıp Lviv Coffee Manifacture’a gidecektik ama bedenim beni eve doğru sürükledi. O yüzden Lviv’in bana bir kahve borcu var 🙂 Evde dinlenip akşam Arsenal’de yiyeceğimiz et için kendimi toplamaya çalışırken, yatağa daha çok gömüldüğümün farkına vardım ve maalesef tahmin edilen oldu; ben o akşam dışarı bile çıkamadım. Lviv’in bana olan borçları baya birikti aslına bakarsanız… O geceyi evde çorba içerek ve bol bol dinlenerek geçirdikten sonra sabaha iyi kalkarım diye düşünüyordum. Zaten eve dönüş günüydü ve çok da fazla vaktimiz yoktu. En son güne bıraktığımız ama çok yanlış yaptığımız, Bachewski’de kahvaltı edemeden dönüş yoluna geçtik maalesef. Hasta halimle, o soğukta nerdeyse 45 dakika bekleyip açık büfe kahvaltının bitmek üzere olduğu anonsundan sonra önümüze çıkan ilk yerde kahvaltımızı yaptık. Aslında, okuduğum bloglarda buranın müthiş bir yer olduğundan bahsediyorlardı ama bana kalırsa kahvaltıyı hesaba katmamışlar. Atlas’tan bahsediyorum. Mekan müthiş, ancak kahvaltı için buraya gelmeyin.
Seyahatin sonuna gelecek olursam, yaşanan şeylerin az, ama anlatacak şeylerin çok olduğu bir deneyim oldu benim için bu sefer ki seyahatim. Bu kadar talihsizlik, üstüne hastalık derken yukarıda da söylediğim gibi borçlandı bana Lviv. Bir yaz günü, keyifli meydanlarında kahvemi yudumlamak, leziz etlerinden yemek ve Bachewski’de kahvaltı yapmak dileğiyle yeniden görüşeceğiz seninle Lviv… 🙂