Bir Girit Masalı

Kendimi bildim bileli standart kalıplara yerleşemedim, hep dar geldiler. Kilomdan mıdır bakış açımdan mıdır bilememekle bir yanım açıkta kaldı. En sonunda bu yaşam beni kalıplara sığdıramıyorsa aklım ve ruhum beni nereye sürüklerse öyle yaşayayım dedim.
Yollara vurdum kendimi, herkes internet sitelerinde mağaza mağaza dolaşırken ben uçak biletlerinde seyahat planlarında soluklanır oldum.

Herkesin hayata dair duruşu olur ya, çocuğum çok çalış çok paran olsun, çalışan demir ışıldar vs vs..  kodlamalarımız ben de hem alerji yaptı hem de ters tepti. Boş zamanlarımda çalışır hale geldim. Şimdi sizde merak uyanmıştır  ne iş yapıyor bu kızcağız diye ya da bu kızın tuzu kurudur, ya anası babası zengindir, ya da Atadan dededen kalmıştır diyenleri de duyar gibiyim. Ama değil valla, babam memur annem ev hanımı ve evet bir işim var, boş zamanlarımda avukatlık yapıyorum.

Yıllardır seyahatlerim oluyor ve her seyahat sonunda blog yazsana baskılarına inat yazmadım. Ama artık yediğimi içtiğimi kaldığımı paylaşmak yerine, yaşadığım eğlenceli zamanları paylaşmaya karar verdim.

Siftahımı Kurban Bayram seyahatimle yapıp bereketi diğer seyahatlerime diyerek evrene yeni seyahatlerim için mesaj da göndereyim ki hatrı kalmasın. Kurban telaşından kaçmaktı aslında amacımız yoksa örf ve adetlerimize uygun Ata ve dedelerimizin ellerini öpüp bayram harçlığı alacaktık ama nasip işte kendimizi Girit’te bulduk. Sokakta canını seven kaçsın modunda başı boş kalan kurbanlıklara, hele de her bayram mutlaka sağını solunu kesen kendini bilmez ama kurban kesmeyi bildiğini sananların çektiği korku filmi tadında manzaralara alıştık artık.

Gözümüz görmesin diye uzakta bir tatil hayaliyle arkadaşımla çıktık yola. Güzergah olarak İzmir’den İstanbul’a, İstanbul’dan ise Girit’e olmak üzere hayli yoğun bir programla başladık. Önce İzmir rötarı, ardından İstanbul’da yaklaşık 9 saat süren diğer uçağı bekleme sıkıntıları eşliğinde kafamızı nerelere vursak da kestirsek kaygıları yaşadık bolca.
Turların yeni bir sistem edindiğini yaklaşık altı saatlik beklemenin ardından tur rehberi geldiğinde öğrenmiş olduk. Kendisinin bize zarf uzatıp bir sıkıntınız olursa arayın şeklinde umursamaz tavrından anladığımızı anlamamazlığa verip onunda uykulu olabileceğini düşündük. Ama verdiği zarftan sadece uçak ve otel konaklaması aldığımızı, otel transferi ve panoramik şehir turunun ise hayallerde uzaktan bakılası bir durum olduğunu idrak etmemizin ardından kendimize hayıflandık. Ve araç kira olayına daldık. Yedi saat uyumayan gözlerimizle telefon ekranına baktık ama bakar körlüğün bütün belirtilerini göstererek yanlış seçimler sonucunda iki katına yakın bir bedelle araç kiraladık. Yazar burada siz siz olun sakın araç kiralayacaksanız son güne hatta son saatlere bırakmayın demek isteyerek parantezi kapatır.

Aracı iki katı bedelle kiralamanın ağırlığı altında ezilirken araç kira ücretine günlük sigortanın da dahil olduğunu fark ederek bir nebze olsun rahatlayan bünyeler olarak seyahate başladık. Hayal meyal hatırladığımız uçak seyahati boyunca ikramları pas geçerek gözlerimizi dış dünyaya kapatarak uykuya daldık. İyiydik aslında dediğimiz anda denizin ortasındaki bir kara parçasına inerken bulduk kendimizi.

Elimizde Girit haritamız kiraladığımız mini aracımızla Heraklion havalaanından yola çıktık. Bir saat sonra konaklamak için kalacağımız otel için Rethimno’ya vardık. Her sokağını tavaf edip oteli bulmakta güçlük çektik ama azmedip oteli bulduk. Uyku bizi çağırıyorken odaya girmek yerine acıktığımızı fark ederek haydi bir yemek yiyelim diyerek güzel bir tavernaya oturduk. ’’Taverna mı? Gündüz gözüyle yorgun argın oraya mı gittiniz’’demeyin onların tavernası bizim restoranlarımız diye dipnotu buraya düşeyim de aşağılarda aramayın. Aynı yanılgıyı her seyahatte yaşıyorum, “canlı müzik yok ya bunlarda” diye diye yine laf ediyor muyum ediyorum tabi.

Yediğimiz yemeğin ardından bastıran uykuya dayanamayıp dinlenmek için öğleden sonra üç civarı bir saatlik uyku için otele geçtik. Gözümüzü açtığımızda saatin on buçuk olmasını saat dilimi farkı sandık önce. Sonra aynı enlem boylamda idik diye hatırlayarak “Yok artık” nidaları ile haydi kalkalım dedik. Birbirimize “tamam kalkıyoruz” dedik ama o kadar öylesine demişiz ki yine uykuya dalıp ertesi gün sabah sekizde gözümüzü açmış olduk. Dinlenmiş ve kendimize gelmiş olmanın verdiği çeviklikle adanın en uzak noktasından başlayalım diyerek elimizde haritamız, içimizde çocuk heyecanıyla çıktık yola. Araç kiralarken sigorta yaptırmanın özgüveni ile rahat rahat araç kullanırken yüksek bir kaldırımdan indiğimde gelen sesle tedirgin olduk mu olduk. Nasılsa sigortamız var diye rahat davranırken alt hasarların karşılanmadığını gördüğümüz sözleşmeyle bir anda hayata başka gözle bakmaya başladık. Hem yüksek kira hem sigorta yapıp “bu da mı gol değil bee” diyerek alt hasarın ne olabileceğini düşündük bolca. Birde üstüne bunların neden başımıza geldiğini sosyal paylaşım sitelerindeki paylaşımlarımızdan sıçrayarak bize sirayet eden kem gözlere yorduk. Ama yıkılmadık, dar yollardan, dağlardan bayırlardan geçerek Elafonissi plajına vardık.

Elafonissi denizin renginden kumsalın pembeliğine kadar o kadar güzel bir koydu ki, Japon turistlere özenip her yerinde fotoğraf çektirmek suretiyle ve tabi denize de girerek oranın tadını doyasıya çıkardık. Tesislerin olmayışı, derme çatma birkaç barakadan ibaret bakkal tarzında yerleri ile gönlümüzdeki girişimci ruhu canlandıran, burası Türkiye’de olsa şuraya şezlong, buraya restoran kurardı bizimkiler oysa burası ne kadar güzel diye diye ordaki maceramızı sonlandırdık. Plajdan sonra herkesin çok güzel dediği benim “Çayna” diye telaffuz ettiğim oysaki “Hanya” olan kem gözlere inat her mecrada yer bildirdiğimiz ve insanların bizi Çin’de sandığı Chania’ya vararak Girit’in en güzel yerlerinden bir başkasında yemek yiyerek günün yorgunluğunu attık. İlk günü uykuya kaptırdığımız, ikinci günü Hanya’nın merkezi ve plajlarına ayırdığımız ama bitiremediğimiz için üçüncü gün yine o tarafa doğru yola koyulduk. Sıkça duyduğumuz için içsesimiz olan “Hayat bize güzel yaa” diyerek keyiflendiğimiz yolda bir anda arabanın altından gelen sesle irkildik. Türk aklı ile “sanayi de bir ustaya mı göstersek kesin yaparlar” bakış açısının ne kadar da bize has olduğunu bir iki yerden servise gidin diye red cevabı alarak acı bir şekilde tecrübe ettik.
Araç kiralama firmasının bizi yönlendirdiği servise korku ile karışık giderek zaten pahalı kiraladığımız ve aslında çok da işe yaramayan sigortamızın elimizde patlamasına hayıflanarak aracın yapılmasını bekledik. Aracı teslim alırken bize göre canının sağlığı diyen bakışları ile ücret almadıklarını görerek kısa bir süre şaşkınlığa düştük. Ama sonra belki kararları değişir kaygısıyla arkamıza bile bakmadan kaçtık.

Yolların virajlı oluşu, bu yola bir daha gelecek idiysek keşke Hanya’da kalsa idik pişmanlığı, zaman kaybetmiş olmanın üzüntüsü ile benim fırlamalığım birleşince kendimizi bloglarda yazan çıplakların kamp kurduğu plajı ararken bulduk. Paleochara’nın altını üstüne getirip çıplakları göremediğimiz ve bir umut diğer plajdadır diye Sauga’ya doğru yirmi yirmi beş km adı altında iki üç saatimizi alan yolculuk sonunda plajda bikinileri ile insanları görüp hayal kırıklığı yaşadık. Bari şu ileride yemek yiyelim dediğimiz restorantın yanına geldiğimizde bir an hayal mi diye gözlerimizi ovuşturduk, kapadık açtık ve muradımıza erdiğimizi görüp mutlu olduk. Arkadaşımın “hayır oraya bakamam buraya bakamam hele de çıplak denize giremem” dediği esnada denizin içinde de olsa kendi bedenime özgürlük tanıyarak bir nebze olsun o insanlar gibi olduğum bir an yaşadım.

Arkadaşımın çabuk giyin söylemleri ile kendi dünyama döndüğümde boynumda cevşenimle aykırı bir duruşum olduğunu fark ettim. Kendilerini naturist olarak tanımlayan bir grup çıplak denize giren,güneşlenen insanların buna hazır olma yaşının ellilerde olduğunu fark ederek yirmi yıl sonra görüşmek üzere diyerek o koydan ayrıldık.

Hanya’da mekan seçerken ‘’Where are you from?’’diyene bizimle ilgileniyor diye vicdan yaparak oturmak zorunda olmadığımızı fark ettik ama tecrübemiz kötü bir akşam yemeği oldu. Hanya’dan yine gece olup otelimize erken gidip otelin çevresini dolaşma fikrimizin olduğunu ama sadece hayallerde kaldığını söylememe gerek yok sanırım.  Son gün adanın diğer kısmındaki Hippilerin işlettiği Matala plajına vardığımızda her yerin ücretli olması, “hippi ruhuna aykırı canım olur mu böyle şey, onlar asimile olmuşlar” bakış açısı edinmemize sebep oldu. Karadeniz’i andıran bir anda derinleşen denizin keyfini çıkarıp güzel de bir yemek yedik ama Crete (Girit) salatası yenmemeliymiş onu öğrendik. Bildiğinden şaşmamalı Greek (yunan) salatası yemeli, bir de aslında bildiğin Türk kahvesini Yunan kahvesi diye içmeli insan. Haa bir de bir önceki günkü naturist görselin ardından insanların giyinik halleri bizi şaşırtmadı desem yalan olur.

Seyahatimizin son saatlerini havalananın olduğu Heraklion’da geçirme fikrimizin çok da makbul olmadığını orada araçla dolaşıp gözle görülür bir güzelliğe şahit olamayışımızla tecrübe etmiş olduk. Havalananına giderken yakıtı full alınan araçla ilgili “ne olacak canım, orada doldururuz” bakış açınız varsa silin kafanızdan. Önceki seyahatimizde eksik verdiğimiz yakıt nedeniyle hem ceza kesildi hem de litresine daha yüksek fiyat ödedik. O yüzden bulduğumuz benzinlikte benzin dökülene kadar tankı doldurması için görevli arkadaşa tembihleyerek son aşamaya doğru ilerledik.

Aracı teslim ederken birbirimizin elini tutarak önceki günkü hasarımızın vicdanıyla mağrur mağrur bakarak araç kontrolünü sağ salim atlattık. Ve bir araç kiralama ve Girit macerasını da tamamlayarak vatanımıza dönmenin haklı gururunu yaşadık.

Nihai olarak mübadele ile gelenler gerçekten güzel yerleri bırakıp gelmişler,onların adlarına üzüldüm,bu adayı ilgilenemeyiz diyerek elimizle verenlere hayıflandım.ve tadı damağımda bir defa daha mutlaka gitmeliyim diyerek oradan mutlu ve eksik ayrıldım. Gezgin Kontes.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here